24 Ekim 2011 Pazartesi

İskender,ya da 3. Sayfa Haberlerinden Derleme..

Yine bir romanı yarıda bırakarak (Peter Ustinov-Krumnagel) ikinci kitaba başlama geleneğini bozmadan - aslında gayet keyifli başlamıştı, ama yine ortalarına doğru sıkılmaya başladım- Elif Şafak'ın son romanı 'İskender'i okudum.

Roman hakkında fikirlerimi çiziktirmeden önce, kitap kapağı hakkında - ki malum çok konuşuldu - bir iki satır yazmak gerek.

Reklamın iyisi kötüsü olmaz saçmalığını benimsemiş olacak ki, böylesi kötü bir reklamla romanından söz ettirmeyi tercih etmiş Elif Şafak. Keşke bu yola hiç girmeseydi. Kapak fotoğrafı tek kelime ile itici. Öyle sarsıcı, merak uyandıran bir itici/çekici durumu da yok ortada. Sıkıcı, ifadesiz, niyetini başından belli eden, ucuz bir iticilik söz konusu. 'Acaba kitabın/içeriğin kalitesine güvenemediği için mi böyle bir reklama ihtiyaç duydu' diye de düşünmeden edemiyorum.

Ve okuduktan sonraki görüşüm - güvenemediyse eğer yazdıklarına- pek de haksız sayılmadığı yönünde. Tek bir cümle ile özetlemem gerekirse 'yurdum klişelerinden derleme' tadında bir ürün çıkarmış ortaya.

Öncelikle Elif 'Shafak' çevirileri okumaktan fazlaca sıkıldığımı belirtmem gerek. Türkçe düşünüp (hala türkçe düşündüğünü varsayıyorum) ingilizce yazmak zaten anlam ve derinlik kaybına yol açıyorken, yazılanları tekrar türkçeye çevirince ortaya kompozisyon tadında, peşpeşe sıralanmış basit, kısa, yüzeysel cümlelerden oluşan romanlar çıkıyor malesef ve okurken garipsediğim, türkçe yazmış olsaydı kullanmayacağına emin olduğum tuhaf kelimeler..yoksa Elif Şafak türkçe yazsaydı, yine de karakterlerden birine 'uçuk' lakabını verir miydi? sanmam..

Türkçeye bu denli hakim olan, hatta yer yer 'ağdalı' diye tabir ettiğimiz bir dil kullanarak bize kendini sevdiren bir yazarın, ingilizce roman yazma sevdasına o yüzden pek bir anlam veremiyorum. Eminim gerekçelerini röportajlarında açıklamıştır, lakin Elif Şafak'ın verdiği röportajları takip edecek kadar fanatik bir okuru olmadığımdan atlamış olacağım bu açıklamaları.

Ve İskender...Bu kadar çok klişe ve kitschi bir araya toplamayı başardığı için öncelikle tebrik ediyorum. En son Kayıp Gül adlı kağıt ziyanlığı böyle bir derlemeydi ki, okurken harçadığım zamana acıdığım çok az kitapdan biridir.

spoiler..spoiler...spoiler...spoiler...spoiler...spoiler...spoiler...spoiler...spoiler

Klişe diyorum da yanlış anlaşılmasın, İskender hollywoodvari fantastik ve gerçek dışı bir  kurguya  sahip değil. Tam aksine her gün, herhangi bir gazetenin 3. sayfasında okuduğumuz herhangi bir haberin romanlaştırılmış hali.  Hiç bir eleştiri getirmeden, hiç bir mesaj vermeyi başaramadan (mesaj  kaygısı ile yazıldığı belli oysaki) -ya da verdiği mesaj, en az Fatih Altaylı'nın kadına karşı şiddet'e dikkat çekmek için, manşetten yayınladığı o fotoğraf ve bu bağlamda benim anlayamayacağım kadar derinlerde-her gün karşımıza çıkan bir töre/namus cinayetininin romanını yazmış. Ama romanın bu hali ona çok 'kuru' gelmiş olacak ki, mistisizm/tasavvuf sosu hazırlayıp dökmüş üzerine. Bu hali ile önümüze sürdüğü ise leziz bir yemekten ziyade, karman çorman bir bulamacı andırıyor.

Sadece gazetelerden okumuyoruz bu ve benzeri aile dramlarını. kendi yakın çevreme, hatta aileme baktığımda etnik farklılıklar, kumalık, üveylik, aşk çinayeti, kumar, alkol, kadına karşı şiddet, gurbet, ırkçılık ve çok daha fazlasını görebiliyorum. Eminim bir çoğumuz da bu ve benzeri olayları gözlemlemiş, belki de yaşamıştır..Bunlarla yaşıyorum ve yüzleşiyorum zaten her gün, bunlardan kaçmak için sığındığım roman sayfalarında da karşıma çıkmalarını- üstelik bu denli yüzeysel bir şekilde- istemiyorum. Elif hanımın o korunaklı dünyasında ve sırf hayal ve gözlem gücüne dayanarak yazdığı şeyler, benim gerçeklerim yanında komik kalıyor zira..

Romanları bana bilmediğim dünyaların kapılarını araladıkları için seviyorum, zaten hali hazırda hergün gözümün önünde olan şeyleri okuğumda ise bana sadece klişe geliyor ve evet benim ailem de türk klişelerinin başarılı temsilcilerinden. Klişe çünkü israrla değiştirmiyoruz, değiştirmek için çaba göstermiyoruz, öylece duruyorlar, sürekli kendilerini tekrarlıyorlar..Kabullendik belki de, 'türkiye gerçekleri'..o yüzden de değişmemesi bizi rahatsız etmez oldu, okuduğumuz 3. sayfa haberleri sadece o sayfada kalıyor. töre, namus, şeref gibi saçma sapan ve içi boş kavramlar yüzünden işlenen cinayetler bizi sarsmıyor artık. O zaman neden okuduğumuz bir roman, bir kurgu, bir hayal ürünü bizi sarssın, bizi derinden etkilesin? İskender o kadar tanıdık ki ve Pembe ve Adem ve Tarık ve Hatip..Her gün görüyoruz biz o insanları ve bir şey yapmıyoruz, yapamıyoruz, yapmak istemiyoruz.

Elbette bir romandan ve yazarından beklentim bu sorunlara bir cözüm önerisinde bulunması, hatta bu ve benzeri sorunları kökünden çözebilecek sihirli bir formül sunması değil. Ama gönül isterdi ki, her gün benzerleri yaşanan bu aile dramlarının kahramanlarını madem romanına taşımak istedi, o zaman bu kadar yüzeysel değil de, daha derinlere inip yazabilseydi. Parçalanan bir ailenin çocuklarının gençlik yıllarını ve annesiz babasız büyümenin sıkıntılarını, akrabalar tarafından itilip kakılmanın, hayatta savrulmanın buhranlarını daha iyi yansıtabilseydi. 


Namus cinayetleri Türkiye'nin dört bir yanında işlenmeye devam ederken, kız çocukları mal gibi alınıp satılırken, her yeni gün onlarca, yüzlerce sevgisiz evlilikler yapılırken bunu da tipik bir 'kürt' davranışı olarak göstermesi (yoksa pek ala başka bir yöreden de seçebilirdi kahramanlarını) ise beni  son derece rahatsız etti. Ama evet, namus cinayeti denilince aklımıza ilk kürtler geliyor değil mi? Klişe dedim ya işte...

'fırat nehri yakınlarında bir köy', ölümü pahasına oğlan çocuk doğurma sevdalısı kadınlar, aşksız kadınlar, namusunu temizlemek için kendini asan gencecik kızlar, 'namusu kirlendi' dedikodusu çıktığı için terk edilen kızlar, kaypak adamlar, 'o bacı kirli onu almam, o zaman diğeri olsun' diyebilen zihniyetler, bu zihniyete boyun eğen kızlar ve babalar, kadınlara şiddet uygulayan zavallılar, doğu/batı çatışması, gurbet, fakirlik, sevgisizlik, gurbetçi ailelerin dramı, ırkçılık, uyum sorunu, asimilasyon, ailesini terk edip gidebilecek kadar uğruna deli divane olunan rus görünümlü bulgar striptizci ve onun dramatik 'kötü yola düşme' öyküsü (tabii ki aile içi şiddet, tecavüze yeltenen bir baba, fakirlik, renkli hayat hayalleri), kardeş sevgisi/nefreti, gencecik kadınları ve küçücük çocukları töreye kurban eden yobaz akrabalar, beyin yıkayan yobaz/fanatik arkadaşlar,  ilk aşk, masumiyet, punkların renkli dünyası, ergenlik sorunları, kozmopolit, anlayışlı ve kalbi kırık bir erkek, türk(kürt)/yunan aşkı (tam yunan da değildi ya neyse), yanlış anlaşılmalar, dedikodular, yanlış iliklenen düğmeler, ikizine sevdiği adamı verdiği yetmiyormuş gibi, bir de onun yerine ölen bir kadın, kadere boyun eğmek, sessiz kabulleniş, lanetli elmaslar, kaçakçılar, efsunlar, hayaletler, ingiliz hapishaneleri, hollywood filmlerinden çıkıp gelmiş gardiyanlar, olmazsa olmaz bilge bir hücre arkadaşı, mantık sınırlarını zorlayan tesadüfler, tabii ki bitutam tasavvuf..öffff...Şu an aklıma ilk gelen bunlar, hiç biri de yabancı/yeni/farklı değil..Adem'i 1978 yılında Abu Dabi'ye göndereceği yere, Libya'ya gönderseydi eşsiz bir klişeye daha imza atacaktı, bu tarihi fırsatı da böylece kaçırmış oldu. Neyse bir dahaki romanına artık. Gerçi rus görünümlü bulgar hatun Libya'da yapamazdı ve eğer Adem'le yolları bir daha kesişmemek üzere ayrılmış olsaydı, metresi olduğu o röntgenci adamın teleskopundan nasıl hayatını paramparça ettiği adamın intiharını izleyecekti ki? 

Beni en çok geren bölümlerden biri ise Pembe'nin aslında masum olduğunu, Elias'la aralarında tensel bir ilişki yaşanmadığını üstüne basa basa ve israrla belirtmesi..Pembe ve Elias cinselliğe dayalı bir ilişki yaşamış olsalardı, İskender 'namusunu temizledi' diye haklı mı olacaktı? Ya da 'suçsuz' anne/teyzesini öldürdü diye İskender'e daha mı çok acımamız gerekiyor? 'ahh yazık, bak günahsız yere öldü Pembe/Cemile, yok yere Anne katili oldu İskender' dememizi mi bekliyor? Nedir yani bu Pembe 'kötü bir şey yapmadı' saçmalığı? 

spoiler..spoiler...spoiler...spoiler...spoiler...spoiler...spoiler...spoiler...spoiler

Kitabın kurgusu 'lütfen biri beni senaryolaştırsın' diye bas bas bağırmakta. yakın bir zamanda bir sinema filmi, ya da daha da kötüsü en az 2 sezon sürecek bir dizi olarak karşımıza çıkarsa hiç şaşırmam..Kaldı ki kadınlar ve onların dramı üzerine kurulu bir romanın adı neden İskender onu da hala anlayabilmiş değilim. Bu romanın kahramanı İskender değil zira..Ama tabii 'Alexander' 'Rose'dan daha çok ilgi çekebilir yurtdışı edebiyat piyasasında..

Yine de tuhaf bir şekilde okutuyor kendini..Vardır ya öyle son derece vasat olup, yine de elinizden bir türlü bırakamadığınız kitaplar, İskender de o kitaplardan biri işte. Bu da yazarın meziyeti olsa gerek. kötü olanı dahi okutabilmek..çok iyi yazılmış bir çok roman okunmazken, bu başarının da hakkını vermek gerek. Ama daha 100. sayfaya gelmeden sonunu - şaşırtıcı ve sarsıcı olarak kurgulanmıştır muhtelemen- tahmin etmem, aslında şoke olmam gereken bölümlere hiç bir şekilde şaşırmamam- yazarın hayal dünyasının sınırlarını da böylece göstermiş oldu bana.

Yine de tabii okumayın diyemem, 24tl fazlanız varsa cebinizde nereye harcasam diye düşündüğünüz, ya da Elif hanım gibi korunaklı bir dünyada yaşıyor ve bu saydıklarım size çok dramatik ve farklı geliyorsa okuyun tabii.. Kim bilir belki de benim aksime çok beğenir, finaline çok şaşırır, sarsılır, günlerce etkisinden kurtulamazsınız :))

Son olarak kartpostal firmalarına sesleniyorum: Kitabın arka kapağında yer alan  'şu hayatta insan en çok sevdiklerini acıtır' cümlesini lütfen 'özlü ve güzel sözler' kategorinize ekleyin..kaçırmayın bu fırsatı..

bitutam

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder